Etkisiz Kelebek

Bugün evden atılmamın birinci günü:

Kelebeklerin kanatları kırılır ya hani, benim de kalbim kırıktı.

Adımlarımı bilinmezliğe, ileri, doğru yönlendirdim. Dışarıdaki hayatlar... Ah durun bir saniye. Artık ben de evsizdim. Kimsesizdim. Sokak çocuğuyudum.

Bir ailenin çocuğu değil arnavut kaldırımların çocuğu...

Sıcak bir çatının altında değil, soğuk betonların üzerindeydim...

İlerlemeye devam ederken ne yapacağımı düşünüyordum. İşim yoktu, aşım yoktu.

Ağlamak istiyordum.

Soğuk yüzüme çarptıkça gözlerim yaşarıyordu.

Ona inat gözlerimi açık tutmaya çalışıyordum. Düşmesine izin vermiyordum o yaşların. Bana ait olanın ayaklar altında ezilmesine izin mi verecektim?

Onlar benim gözyaşlarım! Bana aitler ve özeller. Öylesine bir yerlerde bırakamam. Kaybedemem. Onlar öylesine akmıyor ki... ölesiye akıyorlar.

Ama daha fazla direnemedim.

Gözlerimden akan damlalar yanağımda kurudukça daha da gerginleşiyordu tenim. Daha da buz kesiyordu bedenim.

Dudağımın üzerindeki tuzlu tat, soyulmuş ve çatlamış dudaklarımı yakıyordu. Yine de inatla dudaklarımı dişlemeye devam ediyordum.

Metro akıllıca bir seçenek gibi geliyordu. Tenha alanlara gitmek istemiyordum. Toplu ve sıcak alan arıyordum. 

Daha da yalnız ve savunmasız olmak acıtırdı kalbimi. Sonra da insanlar acıtırdı işte... öylesine. Bakışlarıyla.

Metroya bindiğimde sıcak hava yüzüme üflenirken rahat bir nefes verdim. Ürkekçe etrafıma bakınırken tüm sandalyelerin dolu olduğunu gördüm. Ayakta pek fazla kişi yoktu ama dikkat çekmek istemiyordum. Göz önünde bulunmayı hiç sevmezdim.

Nereye gidiyorum? Bilmiyorum.

Kime gidiyorum? Kimsesizliğe...

Kafamı cama yasladım. Nefesim camda buğu oluştururken görüş alanım giderek bulanıklaşıyordu.

Elimi, silmek için uzattığımda vazgeçtim ve işaret parmağımla bir şeyler yazmaya, karalamaya, başladım.

"Verdiğim nefesler burada iz bırakıyor ama insanlar benim nefesimi kesmek için parmaklarını boğazıma doluyor. Bir gün bu yazıyı yazamayacağım. Çünkü verebileceğim bir nefes olmayacak. Çünkü ölü olacağım..."

Sonuna imza olarak küçük bir gülücük bıraktım. Ölürken yüzümde antidepresan gülümsemesi olacaktı sonuçta... :)

İfadesiz, boş bir gülümseme.

Keşke dolu dolu gülseydim bu hayatta.

Keşke mutluluğumu paylaşacağım biri, birileri, olsa diye dua ederdim hep. Neden kabul olmadığını şimdi anlıyorum. Ben hiç mutlu olmamıştım ki. Olmayan şey paylaşılamazdı elbette...

Paylaşamadım.

Kafamı camdan kaldırıp gözlerimi etrafta gezdirdim.

İnsanların yolculuktayken tercih ettikleri şey araçtır ama her birinin amacı farklıdır.

Kimisi cam kemarına oturup yolu izlerken tatlı tatlı gülümser. Belki de O'nunla olan hoş halleri aklına gelmiştir.

Kimisi cam kenarına oturup yolu izlerken içli içli ağlar. Belki de O kalp kırıkları aklına gelmiştir.

Kimisi cam kenarına oturup yolu izlerken ifadesizdir. Belki de hayatı sorguluyordur. Kim bilir. Cevap bulamayınca da yolu izliyordur.

Kimisi sevdiğine kavuşmak için gidiyordur.

Kimisi de sevdiğinden gitmek için gidiyordur....

Ben neden bunların hiçbirine uymuyorum? Dışlanıyorum sanırım. Evet, evet öyle.

Robotik sesli kadın otomatik olarak durakları söylerken: sıcak, soğuktan uyuşmuş ayak baş parmağıma işleyerek uyuşmasına sebep oluyordu. Huzursuzca yerimde kıpırdandım.

Yanıma birinin oturduğunu hissettiğimde kafamı kaldırmadım. Camdaki yansıması net olmasa da bir erkek olduğunu tahmin ediyordum.

Metro hızla giderken net bir yer görmekle gözlerim bir yere odaklanamıyordu. Bu benim için oldukça rahatsız ediciydi. Ben de ışıklardan dolayı camda oluşan yansımama bakmaya karar verdim. Ta ki bir şey fark edene kadar.

Odaklandığım yer anlaşılan yanımdakinin de dikkatini çekmişti.

Aklımdakiler daha fazla dallanıp budaklanmadan, gözlerimi camdan ayırmadan, düz bir ifadeyle sorumu yönelttim.

"Neye bakıyorsunuz Bayım?"

"Camdaki yazıya Bayan."

Cama bakma gereği duymadım. Ne yazdığımı anlık unutmuştum sadece. Bazen ne yaptığımın farkında olmadan hareket ediyordum.

Umursamadan kafamı cama yasladım. Şu an konuşacak durumda değildim. Yalnız kalmaya, hissiz kalmaya ihtiyacım vardı.

İki durak geçmişti. Metro giderek kalabalık oluyordu. İş çıkışı saatleri olmalıydı. Gözlerim dolanırken bir yerde takıldı.

Karşı tarafta, az ileride, bir kadın elini yüzüne kapatmış oturuyordu. Kambur durmuştu ve dirseklerini diz kapağına yerleştirmişti. Ağlıyor gibi görünüyordu. Üzerindeki straplez beyaz gelinliğinin kabarık eteği çamura bulanmıştı. Yine de güzelliğini örtemiyordu.

Kadın terk edilmiş gibiydi. Düğün günü terk edilen bir gelin...

Oturduğum yerden kalkarak yavaş adımlarla yanına ilerledim. Moralini düzeltmeye çalıştığın kişiden daha kötü olma durumu...

Umursamadan yanına oturduğumda sarışın kadın ellerini yüzünden çekti ve bana baktı. Koyu tonlarındaki makyajı beyaz tenine akın etmiş, sarı saçları dağılmıştı.

"İyi misiniz hanımefendi?"

Bana şaşkın ifadesiyle baktıktan sonra kafasını iki yana sallayıp şefkatle gülümsedi.

"Yalnış anladın galiba. Terk edilmiş gibi görünüyor olmalıyım?" Arkasına yaslanıp kollarını önünde birleştirdi. Ben de öylece kafamı salladım.

"Düğün sonrası halısahaya gidip futbol oynadık. Eşim telefon konuşması yapıyor. Ben de yorgunlukla buraya yığıldım kaldım."

Kaşlarım çatık bir şekilde baktım. Şaşkınlığımı gizleyemiyordum. Yine takım elbiseli uzun bir adam yanımızda belirdiğinde gelin ayağa kalktı. Ben hâlâ nasıl tepki vermem gerektiğini bilmiyordum. Kafamı aşağı yukarı sallayarak onayladım sadece.

"Hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Hatta bazen yaşandığı gibi de değildir..."

El ele tutuşup kapıdan çıktıklarında onları izliyordum. Yerimde kalakalmıştım.

Bir durak sonrasında geldiğim yeri stabil sesli kadından duymuştum. İnmek istedim. Şu an sadece içgüdüsel olarak kararlar veriyorum. Yaralı bir hayvan nasıl davranırsa işte...

Ayaklarımı yere sürüye sürüye giderken sıkıntıyla küçük taşlara vuruyordum. Az ileride duruyordu sürüklenen taş. Yürümeye devam ederken tekrar ayaklarımın dibinde oluyordu ve yine aynı şeyi tekrarlıyordum.

Taş da benden bıkmış olacak ki ayağımın odağı olmaktan kurtulmuştu. Geride kalan taş için geri dönmemiştim. Demek ki buraya kadardı onunla olan arkadaşlığımız.

Az önce benle seken taşın sesini büyük bir sessizlik almıştı. Bu durum canımı sıkarken kafamı daha da eğdim. Yere daha dikkatli bakarak ilerledim. Şanslıysam bir tane daha bulabilirdim belki.

Ellerimi solmuş hırkamın ceplerine yerleştirdim. Tabii ki içinde beş kuruş bile yoktu.

Keşke en beklemediğin anda cebinde sıkışmış olan para gibi çıksa; bir anda beklediğim mucize...

Yaşamak için mucizeye ihtiyacım var. Gerçek midir acaba mucizeler? Yoksa çocuklara anlatılan bir masalın parçası mı..?

Ellerim ceplerimde rüzgar tenimdeydi. Gecenin kraliçesi olan yıldızlar bugün ne kadar da parlaktı.

"Ölmek için güzel bir gün..."

Gözlerim kapalı mırıldanıyordum. İnsanlar etrafımdan geçerken ben kafam göğe doğru bakıyordum. Bu insanlar neden bana bakıyordu? Ne kadar da aptallardı. Gökte pırıldayan yol göstericilere bakmalılardı.

Derin bir nefes alıp ilerlemeye devam ettim. Çöp konteynerin yanında otobüs durağı duruyordu. Yorgunlukla oraya oturmak istedim. Beni durduran sözler olmasaydı...

Arkamdaki seslere istemeden kulak misafiri olmuştum.

"Eğer okumazsan sonun onun gibi olur."

Bir anne çocuğunun elinden tutmuştu. Çöp arabasında çalışan çöpçülerden bahsediyordu. Dört beş yaşlarındaki çocuğa söyledikleri inciticiydi. Daha önemlisi zehirliyordu o küçüğü

Burnunu tutmuş siyah topuklu ayakkabılarını yere vura vura hırsla ilerliyordu. Hırsının kölesi olan insanlara benziyordu. Bu koku onu öldürmezdi ama hırs öldürürdü.

Küçük kumral çocuğu da peşinden sürüklüyordu. Yanlış yolda ilerliyordu. Hayır bu mecaz anlamda da değil, gelecekte gerçek anlamda olacaktı.

Çocuğunun zihnine zehir akıtıyordu. Bakkalın önünde ufaklığı bırakıp içeri girdi. Aramızda birkaç adımlık mesafe vardı. Durağın yanındaki bakkala girdiğinde oğlana kimseyle konuşmamasını tembihlemişti.

Yerimden kalktım. Çöp arabası uzaklaşırken kollarımı bağladım. Ufaklığın bacak kadar boyuna baktım. Çok tatlı duruyordu. Kahküllü küt saçlara sahipti. Beyaz teni ve poğaça yanağı onları sıkma isteği uyandırıyordu.

Dizlerimi kırarak ona doğru eğildim. "Merhaba."

Sarkık balık dudaklarını aralamadan beni inceliyordu. "Merhaba."

"Annen o çalışanlar hakkında ne dedi bakalım? Ben de öğrenmek istiyorum."

Elbette söylediklerini duymuştum. Sadece biraz iletişim kurmak istiyordum. Bir çocuğa ne yetişkin gibi ne de çocuk gibi davranılmalıydı bence. Bu şekilde onu yetiştitirken çoğu şeyi anlatabilirdin. Ne söylersen beynine onu kaydediyordu. Ancak bunun için ilk önce seni anlaması gerekiyordu. Anlatmalıydım kendimi.

"Eğer okumazsam sonum onlar gibi olurmuş." Küçük tombiş parmağıyla az ilerideki evin önünde durmuş arabayı gösteriyordu. Kahkülleri gözlerinin üzerine düşmüştü hafiften.

Gülümseyerek uzattığı işaret barmağının ucuna yaklaşıp öptüm

"Hmm, okumazsan sonun öyle mi olurmuş?"

Onaylamak adına kafasını salladı ve mırıldandı.

"Çok yanlış söylemiş."

"Nedir doğrusu?"

"Eğer okursan O'nun hayatını daha iyi bir hâle getirebilirsin."

İnce saç tellerinin arasına elimi daldırarak ayağa kalktım. Annesi gelirse bu ufaklığa benim yüzümden kızsın istemiyordum. Arkamı dönüp adımlamıştım ki işaret parmağımı saran tombik parmaklar beni durdurdu.

Kafamı hafif sağa doğru çevirdiğimde önüme geçti. Elini yumruk yapıp açtı. Eğilmem için işaret veriyordu. Gülümsedim.

Fındık burnu, kiraz dudakları, kahve gözleriyle çok şirindi. Dizlerimi kırıp eğildiğimde söyleyeceklerini bekliyordum.

Yanağıma kuş tüyü kadar hafif bir buse bırakmıştı. "Okuyacağım..."

Yanağından makas alıp göz kırptığımda aynı şekilde karşılık vermişti.

"Ay hallere bak. Büyümüş de küçülmüş."

"Mert! Ben sana ne dedim?! Gel hemen yanıma. Yabancılarla konuşma."

Adını taşıyacağından emin olduğum çocuğa el salladım. Koşarak annesinin yanına gitti. Annesi siyah saçlarını yanımdan geçerken yüzüme savurmuştu.

Mert'e baktığımda ağzına gizli bir fermuar çekip kilidini çöp kovasına atmıştı.

Duru zihinler temiz bir nesil demekti...

Dünya gerçekten birgün çok güzel bir hâle gelecekti. Bundan emindi Melek.

Soğuk yüzünden ellerini birbirine sürdü ve nefesiyle ısıtmaya çalıştı küçük ellerini.

Narin adımlarla devam etti yoluna. Aynı zamanda çok güçlüydü. Zarifti. Kendinden emindi. Doğrularından emindi...

Karnımdaki gurultular duyulmaya başlamıştı. Nereye bilmediğim sokakların sonu çıkmazım oluyordu.

Lokantanın önüne geldiğimde boş boş bakınıyordum. Çaresizlik sarmıştı bedenimi. Sanırım bu yüzdendi terlemem, rüzgarı hissetmemem...

Omuzumdaki elle irkildim. Bu yüz hatları tanıdıktı. Metroda yanıma oturan adamdı bu. Siyah boncuk gözleri , siyah kıvırcık saçlı biriydi. Çenesindeki gamze gülümsediğinde kendini belli ediyordu. Hafif sakalı toplu yüzü ve süt beyazı teni vardı.

"Paran var mı?"

"Sen beni mi takip ettin?"

"Yardıma ihtiyacın olduğunu düşünmüştüm." Utançla elini ensesine atmıştı.

İnsanların bir kağıt parçasına neden bu kadar değer verdiğini anlamıyordum. Üzerindeki sayıların mürekkeple yazıldığını unutuyor olmalılardı. Suya veya ateşe değdiğinde yok olabilecek bir şeyi sonsuz sanmaları da cabasıydı.

Para amaç değil, araç olmalıydı. Ama gözlerini bürümüştü. Kör olmuşlardı ki burnunun dibindekileri göremiyorlardı. Parayla saadet olmazdı.

Onun aklından geçenleri merak etmiştim. Gözlerimi kısarak sorumu sordum. "Parayla saadet olur mu?"

Yeni çıkmaya başlamış sakallarını kaşıdı. Diğer elini ise ensesine yerleştirdi. Doğru cevabı vermeye çalışıyordu. Biraz da gerilmişti.

"Saadeti getiren her şey para yoluyla elde edilir." 

Gülümsedim. Aptallığına büyükçe gülümsedim. Bir soru daha sorduktan sonra açıklamamı yapacaktım. "Aşk mı, para mı?"

"Şimdiki aşklar da beş kuruş etmiyor. Gerçekçi olalım, aşk karın doyurmuyor." İçimden geçirmeden edemedim. İnsanlar gerçekten aptaldı.

Ellerim sanki onu korumak istercesine sürekli karnımın altından sarıyordu. Yürümeye devam ederken konuşmaya girdim. Hemen yetişmiş yanımda bana eşlik ediyordu.

"Bazı aşklar beş kuruş etmeyebilir. Ama gerçek aşk sahte paralardan daha değerlidir..."

Lokantanın karşısındaki evin merdivenine eteğimi toplayarak oturdum.

Sessiz kalma hakkına sahiptim.

Evet bu bir haktır. Düşünsenize. İnsanlar hep konuşuyor. Oysa sessiz kalıp akışına bıraksalar, su olup kendi yollarını bulsalar? 

Belki bir ağaca faydası olacaklardı, belki de kurumuş toprakta can bulacaklardı...

Önümden geçip gidenlere golden cinsi bir köpek eklenmişti. Girişi cam olan lokantaya girdiğinde merakla onu izliyordum. Ağzında iki yaprak vardı. Kasaya onu bıraktığında çalışan bir kapla birlikte dışarı çıktı. Kapıya bıraktı ve köpek yemeye başladı. "O köpek ne yaptı öyle?"

"O bu mahallenin köpeği. Bir ay önce buraya geldi. Lokantayı izledi bir süre. Sonra insanların kağıt parayla yemek aldıklarını keşfetti. Birgün ağzında iki yaprakla geldi ve kasaya bıraktı. Tabii ki boş çevrilmedi. Zekasıyla karnını doyurmanın bir yolunu buldu. Hergün iki yaprak karşılığında beslenir. Artık buranın köpeği. Aynı zamanda çok sadık. Burayı koruyor."

Gülümsedim. Gülümsetti. Hoşuma gitmişti.

Artık gitme vaktiydi. Yerimden kalkıp arkamı sirkeledim. Genç adamın adım sesleri bana eşlik ettiğinde arkamı döndüm. "Hayatına dön. Ben de kendime geleyim. İyi günler."

Hızlı adımlarımın ardından bir ses yükseldi. "Kaşlarını sürekli çattığının farkında mısın?"

Aniden kastığım vücudumu saldığımda alnımın rahatladığını hissettim. Bu zamana kadar hiç fark etmemiştim. Kendime gelmek konusunda ciddiydim. Benliğime yabancıydım. Detaylarıma uzaktım... Ben ben olamamıştım.

Arkama doğru dönüp içtenlikle gülümsedim. "Teşekkür ederim."

Her şeye teşekkür etme hastalığım vardı sanırım.

Arkama bakmadan yürüdüm. Yine yeni ve yeniden... Sanırım on dakika sonunda yolun sonuna da gelmiştim.

Sizce küçük bir kelebeğin kanat çırpışı fırtınaya sebep olabilir mi? İşte buna "kelebek etkisi" denir. Peki kolu kanadı kırılmış bir kelebek uçamazken fırtınaya sebep olabilir mi? İşte bu da benim sözlüğüme "etkisiz kelebek" diye eklenir.

Kelebekler ışığa uçarlar. Işığı kurtuluş sanırlar, ta ki yanıp kül olana kadar...

Bir günlük kelebek, gün sonunda ölecek. Bedeni toprağa düşerken ruhu semalara ulaşacak.

Mavi ve siyahın birleşimi kanatlarını çırpıp yanımdan uzaklaşırken elimi kelebeğe doğru uzattım. Ne kadar da özgürdü...

Benim tutsaklığım artık son bulmalıydı.

Bunu hızlandırmak istedim sadece... ve uçuruma doğru bir adım attım.

"Dur!" Arkamda hızlı hızlı nefes alan bir erkek sesiyle irkildim. Bundan sonra durmak yok.

Yanlışıkla kenarda köşede uyuya kaldığımızda uyku daha keyifli olur. Tesadüfen, farkında olmaksızın çekilen resimlerde daha güzel çıkarız. Tesadüfen karşılaştığımız insanlar hayatımız oluverir. Hayatı akışına bıraktığımızda daha güzel olur her şey...

Yaşamın doğal dengesi bana O'nu getirmişti. 

"Neden ölmek istediğini bilmiyorum ama buna değmeyeceğine eminim."

Beni dinlememiş peşimden gelmişti. Belki de ileride iyi ki beni dinlememişsin diyecektim...

"Ölmeyeceğim. Sadece bitsin istiyorum." Bunun için sadece bir adım kalmıştı. Siyah harelerinde korkuyu taşıyan adam yavaşça bana geliyordu. Yol boyu ağlama krizi sonrası sarhoşlaşmıştım. Yavaş hareket ediyordu vücudum. Reflekslerim oldukça yavaşlamıştı.

Adımım boşluğa giderken derin bir nefes aldım. Gözlerimi sıkıca kapattım. Elimi karnıma koydum. Artık her şeyin bittiği noktaydı.

Virgül niteliğini taşıyan kollar belimi sardığında noktalı virgülle hayata devam edeceğimi anlamıştım.

Gözlerimi açtığımda metrelerce yukarıdan birkaç saniyeliğine bakma şansı yakalamıştım. Hırçın dalgaların mavisi, keskin kayalıkların grisiyle buluşuyordu.

Sırtım kayalıkların sert yüzeyiyle buluştuğunda beni kurtardığını sanan adam da benle aynı şiddette yerle buluştu. Dudaklarından acılı, küçük bir inilti firar ederken ben tepkisizce uzanıyordum.

Kahkaha atmaya başladım. Sinirlerim bozulmuştu. Alt üst olmuştum. Yıkılmıştım. 

"Ölümden korkmuyor musun?" Oturur pozisyona gelmişti. Bana kalın çatık kaşlarıyla sorusunu yöneltiyordu. Siyah, bir kızı kıskandıracak niteliğindeki kıvrımlı, gür kirpiklerinin altından bakıyordu. 

Şaşkın mıydı ya da sinirli miydi kavrayamamıştım. Karanlıktı. Belki o yüzden göremiyordum. İlaç içmekten kafam bir dünya olmuştu.

"Kafam çok güzel. İnanın bana," dedim ve ekledim.

"İnsanlar ölümden neden korkuyor, biliyor musun?"

Sorumu yönelttikten sonra dolgun saçlarına uzun parmaklarını daldırdı. Sağa doğru dönerek sağ kolumu bir dik üçgen oluşturarak başıma yasladım. Diğer sol elimi karnıma yerleştirdim. Bacaklarımı da biraz kendime çektim.

"Sevdiklerinden ayrılacağı için?" Soruma soruyla cevap verdiğinde kahkaha atmaya başladım. Yanaklarımın üzerine esinti vururken ıslak olduğunu fark ettim. Gülerken göz yaşlarım kayarak yanaklarımda iz bırakarak dudağıma yerleşmişti ve tuzlu bir tat bırakmıştı. Her zamankinden... Bu benim şarabımdı. Sarhoş eden.

Burnum sızlıyordu. Burun kemerim yanıyordu sanki. Dilimi dudaklarımda gezdirerek ıslattım. Konuşmak için derin bir nefes aldım. Baygın baktığımın da farkındaydım.

"Hayır, saçmalıyorsun. Öncelikle kimse kimseyi gerçekten sevmez. Sonrasında ise kişi korkularıyla yüzleşeceği için korkuyordur. Günahkar varlıklarız."

Ben ne kadar günahkarsam karnımdaki o kadar masumdu. Ben ne kadar şeytanlaşmış nefse sahip olsam da karnımdaki melekti. Benim karnımda bir bebek vardı...

Sanki onu koruyabilecekmişim gibi elim hep karnımdaydı. Ben daha kendimi koruyamamıştım. Onu nasıl koruyayım ki..?

Ama içeride güvendeydi. Dış dünya çok tehlikeliydi.

Karşımdaki adamla konuşmak istiyordum. Konuşacaktım. Kendimi açacaktım.

"Ölüm demek bedenin toprakla bulaşacağı anlamına gelir. Mezardayken dört büyük korkuyla karşılaşacak ölüler. Karanlık korkusu, böcek fobisi, kapalı alan fobisi, yalnızlık korkusu..."

Dedim ve devam ettim. "Biz ölümden değil, korkularımızla yüzleşmekten korkuyoruz..."

Gözyaşlarımı silerek bağdaş kurdum. Adını bilmediğim adam da benimle aynı şekilde oturdu. Üzerinde kalın bir ceket vardı.. Büyük bademi andıran soğuk gözlere sahipti.

Bense yorgun... Madde kullanmıyordum. Bunlar hayatın izleriydi.

Konuşmuyordu. Konuşmaması sinirimi bozuyordu. Madem Azrail'in kollarından çektin bizi, bir şey söyle... Ama susma be adam!

Konuşmuyorsa ben susmazdım. Bir şekilde denklemi sağlamak gerekirdi.

"Ehvenişer ne demek, bilir misin?" Merakla dinliyordu beni.

Karnımı ovalarken konuşmaya başladım. "Beter varsa beterin beteri vardır derler. İkisinden birisini seçmen gerekir ve sen de kötünün iyisini seçersin..."

İçimdeki gün gün büyüyordu. Benim ölüm isteğim gibi. "Ölüm yaşamdan daha iyi... Benim  hayat şartlarıma göre..."

"Hayat sana şart koşmasın. Sen koy kuralları." İlk kez konuşmak adına adım atmıştı. Sözde kolaydı her şey. İcraata gelince...

Gözlerim uzağa daldı. Mavi denizin gün batımıyla buluştuğu yere... Güneşin kızıllığı göğün ve denizin buluştuğu o ince çizginin tam ortasına karışmıştı.

Ona bakmadan sessizce konuşmaya başladım. Kızıllık gözlerimi alıyordu. Güzelliği hipnoz etmişti sanki...

"Karnımdaki... ah ne yapıyorum ben? Her neyse boş ver." Ayağa kalkıp kalçamı ellerimle sirkeledim. Elbisenin üzerinde küçük bir çıkıklık vardı. Üç aylıktı.

Arkamı dönerek adımlarımı hızlı ve sert bir şekilde kayalıklara bastırıyordum. Komik. Sanki Dünya isyanımın sesini, kenarda köşede ezildiğimi, duyacaktı. Sanki kayalıklara çarpıp yankılanacaktı. Ama bunu kimse duymayacaktı.

Arkamda hareketlenmenin sesi geldiğinde hızlandım. Yine aynı şeyi yaşayacağım korkusu vardı.

Yürümeyi bırakıp ellerim karnımda koşmaya başladım.

"Söz veriyorum sana zarar vermeyeceğim. Yardım etmek istiyorum sadece. Koşma!"

Ayaklarım yavaşladı. Biraz ilerisinde de durdum. Hava kararmak üzereydi. Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum.

"Bak istersen arkanı dönme. Ben de sana yaklaşmam bu şekilde güvende hissedeceksen. Ama çözüm bulabiliriz." Bu son noktaydı. Kızardığıma emindim. Sinirden gözlerimden alev çıkıyor olabilirdi.

Arkamı döndüğümüzde aramızda birkaç metre vardı. "Sen benim ne yaşadığımı biliyor musun?! Canımın nasıl yandığını görüyor musun, söylesene?! Bak..."

Avazım çıktığı kadar bağırarak konuşuyordum. İlk kez sesim soluğum çıkıyordu.

"Bak ben ölüyorum..." Ellerimle kendi bedenimi gösteriyordum. Ne yapacağını bilemez halde yavaş adımlarla yanıma yaklaşıyordu. Kulağımda bir uğultu vardı. Az önce uçan martıların sesini duyamıyordum... 

"Karnımdaki büyürken ben ölüyorum. İkimizin de bir suçu yoktu..." Akan göz yaşlarımı hızla siliyordum. Gözlerim dönmüş vaziyetteydi. Transa geçmiştim.

"Sadece on dokuz yaşındayım. Tek derdim akşam esintisinde dondurma yemekti. Dondurma yemeye çıkmıştım dışarı." Yanıma ne ara geldiğini bilmiyordum. Gözlerimin belli bir odağı yoktu. Deli gibi bir yerlere bakıyordum. Sağa, sola, aşağı, yukarı, yere, göğe... Ama hiçbirine sığamıyordum. Ruhum daralıyordu...

"Ara sokağa girmiştim. Eve daha çabuk dönmek için acele ediyordum. Ama acele işe şeytanın ta kendisi karıştı..." Dizlerimin bağ çözüldüğünde dizlerimin üzerine çöktüm. Karşımda benden en fazla iki yaş büyük olduğunu düşündüğüm adam da ağlıyordu. Tam karşıma, dizlerinin üzerine oturdu. 

"Sokak lambası bozuktu. Dert etmedim. Koşarak köşeyi dönmek üzereydim. Tuttu beni. O iğrenç büyük elleriyle tuttu. Kaçmak istedim. Yemin ederim direndim. Bağırdım ama yaptı! Dokundu. Gücüm, sesim, soluğum yetmedi..." Dizlerime doğru iki büklüm olmuştum. Acı çekerek ağlıyordum. Ellerim boynumda nefes almaya çalışıyordum.

"Ben aptal bir çocuktum. Şimdi ceset kokan biriyim... Beni kurtardığını mı sanıyorsun?!"

Kollarımdan tutmuş bedenimi dikleştirmeye çalışıyordu. "Dur. Tamam... Anlatmak zorunda değilsin."

"Bırak beni! Dokunma." Kollarımı kendime doğru çektim.

"Ve ev sahibi beni kovdu. Bunu ben istememiştim! Bana, kirlisin sen; git evimden dedi."

"Geçti... sakin ol. Bak buradasın."

"Sorun da bu.. Şu an denizin dibinde olmalıydım."

Bana kollarını sararken ellerim havadaydı. Bana daha da sıkı sarıldı. "Geçecek. Söz veriyorum..."

Karnıma bir sancı girdiğinde ellerimi üzerine koydum ve bastırdım. Onun varlığını unutmuşum gibi hissettiriyordu. Ama olmaz. Onun kendisinden nefret etmesine izin vermezdim. Ondan ayrılsam bile kendimden nefret etmem geçmeyecekti. İkimiz için de çözümdü.

"Sancın mı var? İyi misin? Hadi hastaneye gidelim." Ağrım artarken dişlerimi sıktım. Sakinleşmem gerekiyordu.

"Hadi şimdi benle birlikte derin bir nefes al." Diyaframını şişirerek nefes aldığında onu taklit ettim.

Nefes alırken sancılar baş gösterse de yavaş yavaş azalıyordu. 

Bir süre oturarak beklediğimde yetmişti. Artık gitmek istiyordum. Nereye bilmiyorum ama bu şehirden gitmek istiyordum.

Gidecek param, gücüm hiçbir şeyim yoktu. Ancak başka çarem de yoktu. 

Karamakta olan havayı  umursamadan ana yola doğru ilerlemeye başladım. Dizlerim düşmenin etkisiyle parçalanmıştı ve sıcak kan ayak bileğime doğru ince bir yol alıyordu.

Otostop çekerdim. Zaten en kötü durumdaydım. Daha fazla ne olabilirdi ki? En fazla canım vardı. Canımın içinde de canım vardı...

Arkamdan adımlarını hissediyordum. Bir anda durdum. Derin bir nefes verip arkamı döndüm. "Gitmeme izin verir misin artık?!" 

"Yardım etmek istiyorum. Nereye gideceksen bırakabilirim?" Gülümsedim. Kendi kıyametime doğru gidiyordum...

"Bilmiyorum. Sadece gidiyorum işte." Omuzumu silktim.

Bir günlük kelebeğe "ömrüm" diyen adamı sevdim.

Gözlerimi üzerime toprak atılıyor da nefesim kesiliyor gibi hissederek açtım. Kalbimin pili bitiyordu. Bunun farkındaydım. O da öyle.

"Rüzgar?" Bana kafasını çevirdi. İçinde fırtınalar kopuyordu ama bana belli etmemeye çalışıyordu. Anlayışlı sevgilim benim...

"Benimle gel?"

Geri adım attım.

"Sana değerli taşlardan yüzük veremem ama papatyalardan taç yaparım sana..."

Pamuk gibi olmuştum. Sanki şu an bulutların üzerindeydim. Bir sözüyle kalbimde çiçek açtırmıştı. Ya kıyamet çiçeği ise..?

"Mucizeye ihtiyacının olduğunu söylemiştin." Kaşımın biri havalandı. "Sesli düşünüyorsun. O kadar dalgınsın ki hergün aynı metroya bindiğimizi, senin yanına oturduğumu hiçbir zaman fark etmedin," dedi ve devam etti. "Hatırlıyor musun? Bir keresinde bir anne ve bebeğini izliyordun. Sonra bebek arabasındaki bebeğin avucuna parmağını koymuştun. O da hemen sıkı sıkı sarmıştı parmağını."

Evet, hatırlıyordum. Hem de çok iyi.

"Hep bunu yapıyorsun. Bu sana çok huzur veriyor. Şimdi içindeki mucizeye tutun. O doğduğunda sıkı sıkı sarılacak annesine..."

Gözlerim açık rüyalara dalmıştım. Küçük bir bebek hayal dünyamda canlandı. Minik avucunu dudaklarımın üzerine koyuyor... saçlarıma uzanmaya çalışıyor. Emziğinin altından gülüyor annesine.

"Melek... gel benimle. Kendi dünyamızı kuralım. Şehrin ışıklarının gökteki yıldızları örtemediği bir şehre gidelim. Sadece biz olalım... Gündüzleri bile yıldızların bir mucize gibi, beklenmedik bir anda, zamanda aksın ömrümüz..."

Göz kapaklarım örtülürken bir tane dudaklarıma doğru aktı. Dudağımın kenarında durmuştu. Tam orada bir öpücük hissettim. Dudak kenarı öpücüğü...

Bu çok naifti...

"Ağlama. İnci tanelerine ölürüm senin."

Ahh bu çok güzeldi. Değerliydi. Bir şans herkes için. Bir şans bizim için...

"Teşekkür ederim."

"Her şeye teşekkür edip durma. Sarıl bana."

Sanırım şu an mutluluktan ağlıyordum. Biz yeniden doğmuştuk bugün.

Kalemi tutan eller size minnettardır... Okuduğunuz için teşekkür ederim. ")

Yorumlar

Popüler Yayınlar